1 Aralık 2020 Salı

FATURA TEK BAŞINA ALACAĞIN VARLIĞINA DELİL TEŞKİL ETMEZ

 YARGITAY

13. HUKUK DAİRESİ

Esas Numarası: 2017/8713

Karar Numarası: 2020/1330

Karar Tarihi: 05.02.2020 

FATURA SEBEBİ İLE BAŞLATILAN İCRA TAKİBİNDE FATURANIN ALACAĞA DELİL OLMA NİTELİĞİ - Dava İle Faturaya Dayalı Olarak Yapılmış Olan İcra Takibine Vaki İtirazın İptali İstendiği - Fatura Konusu Malların Davalıya Teslim Edilmediği - Teslim Makbuzlarındaki İmzanın Davacının Kendi Çalışanlarına Ait Olduğu - Kendilerinin Bir İmzası Olmadığı - Faturanın Tek Başına Alacağın Varlığına Delil Olmadığı - Davalının da Söz Konusu Makbuzların Altında İmzasının Bulunmadığı - Teslimin Hukuki Bir İşlem Olduğu - Ancak Yazılı Delille İspat Edilebileceği - Bu Hususta da Delil Bulunmadığı

ÖZETİ: Davacı, eldeki dava ile faturaya dayalı olarak yapmış olduğu icra takibine vaki itirazın iptalini istemiş, davalı ise fatura konusu malların teslim edilmediğini ve teslim makbuzlarındaki imzanın davacının kendi çalışanlarına ait olduğunu, kendilerinin bir imzası olmadığını savunmuştur. Mahkemece, davacının ticari defterleri incelenerek sunulan bilirkişi raporu esas alınarak davanın kabulüne karar verilmiştir. Oysa ki; fatura tek başına alacağın varlığına delil olmadığı gibi davalının da söz konusu makbuzların altında imzası yoktur. Teslim hukuki bir işlem olup, ancak yazılı delille ispat edilebilir, bu hususta da delil bulunmadığı gözetilerek davanın reddine karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde davanın kabulüne karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirir.

Taraflar arasındaki itirazın iptali davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın kabulüne yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde davalı avukatınca temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi gereği konuşulup düşünüldü.

KARAR

Davacı, davalı belediyenin yaptığı ihale sonucunda teslim edilen 24480 adet kilitli parke taşı bedeli için 05/02/2009 tarih ve 68288 nolu fatura düzenlendiğini, 13/02/2009 tarih ve 68289 nolu faturanın ise yine belediyeye teslim edilen 274 ton ince kum bedeli karşılığı düzenlendiğini, ihale ödemelerinden büyük kısmının yapıldığını, fakat bu faturaların ödemelerinin yapılmadığını, tahsili amacıyla davalı borçlu hakkında başlattığı icra takibine itiraz eden davalının itirazının iptali ile takibin devamını ve davalının %40 inkar tazminatına mahkum edilmesini talep etmiştir.

Davalı, davacıdan daha önce taş alışverişi yapıldığını, ancak davaya konu faturalar için herhangi bir alım satım olmadığını, dava konusu edilen malların teslim edilmediğini, davacıya borcu olduğuna dair tek bir hukuki belge olmadığını, kayıtlarında da böyle bir bilgi olmadığını, malzeme teslim alındı makbuzunda da teslim alanın da verenin de firmanın kendi elemanları olduğunu savunarak, davanın reddini istemiştir.

Mahkemece, davanın kabulü ile, davalının Bingöl İcra Müdürlüğünün 2010/29 takip sayılı dosyasına yaptığı itirazın iptali ile icra takibinin devamına, takip konusu edilen asıl alacak olan 12.441,87 TL üzerinden hesaplanan %40 oranındaki 4.976,74 TL icra inkar tazminatının davalıdan alınıp davacıya verilmesine karar verilmiş; hüküm, davalı tarafından temyiz edilmiştir.

Davacı, eldeki dava ile faturaya dayalı olarak yapmış olduğu icra takibine vaki itirazın iptalini istemiş, davalı ise fatura konusu malların teslim edilmediğini ve teslim makbuzlarındaki imzanın davacının kendi çalışanlarına ait olduğunu, kendilerinin bir imzası olmadığını savunmuştur. Mahkemece, davacının ticari defterleri incelenerek sunulan bilirkişi raporu esas alınarak davanın kabulüne karar verilmiştir. Oysa ki; fatura tek başına alacağın varlığına delil olmadığı gibi davalının da söz konusu makbuzların altında imzası yoktur. Hemen belirtmek gerekir ki teslim hukuki bir işlem olup, ancak yazılı delille ispat edilebilir, bu hususta da delil bulunmadığı gözetilerek davanın reddine karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde davanın kabulüne karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle hükmün davalı yararına BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde iadesine, HUMK’nun 440/III-1 maddesi uyarınca karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere, 05/02/2020 gününde oybirliğiyle karar verildi.

12 Ekim 2020 Pazartesi

İşveren, Korona Virüs Nedeniyle İşçinin Sözleşmesini Feshedebilir mi?

Korona virüs nedeniyle iş akdinin işveren tarafından derhal feshi, ancak kanunda sayılı koşullarla ve sebeplerle sınırlı olup, bu hallerde de işçi kıdem tazminatına hak kazanır. İş Kanunu’nun 24. maddesi işçinin haklı sebeple feshini düzenlerken, işverenin haklı sebeple feshi madde 25’ te düzenlenmiştir. İşverenler, kanunla sınırlı olarak sayılı hallerde, işçinin iş akdini herhangi bir bildirimde bulunmaksızın haklı sebeple derhâl feshedebilirler.

Tüm dünyayı etkisi altına alan Korona virüs, işçi ve işveren arasındaki iş sözleşmelerini ve bu sözleşmelerin sona ermesini de ciddi ölçüde etkilemekte olup, yazı dizimizin bu kısmı, Korona virüs nedeniyle işverenin iş akdini feshetmesinin mümkün olup olmadığı, haklı sebeple feshin koşulları, fesih halinde işçinin haklarının ne olacağını düzenlemektedir. 

Korona virüs Nedeniyle İş Sözleşmesi Feshedilebilir mi?

Korona virüs salgınının mevcudiyeti, iş akdinin işveren tarafından tek taraflı bir şekilde feshi için yeterli bir sebep değildir. Bu noktada, iş akdinin işveren tarafından haklı sebeple feshi konusunda iki durum gündeme gelebilir. Bu iki durumu ve sonuçlarını, iki ayrı konu başlığı ile inceleyelim.

Sağlık Nedeniyle İş Akdinin Haklı Feshi

İş Kanunu’nun, sağlık sebebiyle iş akdinin işveren tarafından haklı sebeple feshini düzenleyen maddesine göre bu feshin koşulları şöyledir:

  • İşçi, kendi kastı, derli toplu olmayan yaşayışı ya da içkiye düşkün olduğu için bir hastalığa yakalanmalı veya engelli hale gelmelidir. 
  • İşçinin hastalığı veya engelli hale gelmesi nedeniyle oluşacak devamsızlık, ardı ardına üç iş günü veya bir ayda beş iş gününden fazla sürmelidir. 
  • İşçinin yakalandığı hastalık tedavi edilemeyecek nitelikteyse ve işyerinde çalışmasında sakınca mevcutsa, bu hallerin Sağlık Kurulunca saptanması durumunda da işveren iş akdini feshedebilir. Ancak işçi kıdem tazminatına hak kazanır. 
  • Bu sebepler dışında işçinin hastalık, kaza, doğum ve gebelik gibi hallerde, işveren ancak şu sürelerin geçmesi ile iş akdini feshedebilecektir:

İşçinin işyerindeki kıdemine göre:

0-6 ay arasında ise iki hafta,

6 ay-1,5 yıl arasındaysa dört hafta,

1,5 yıl- 3 yıl arasındaysa altı hafta,

3 yıldan daha fazlaysa sekiz haftalık

 Sürelerin üzerinden altı hafta geçtikten sonra doğar.

Şu halde, işçinin Korona virüse yakalanması nedeniyle raporlu olması halinde, bu rapor süresi, işçinin kıdemine göre belirtilen iki, dört, altı veya sekiz haftalık sürenin üzerinden altı hafta geçtikten sonra işveren iş akdini derhal feshedilebilecektir. 

Bu durum, sağlık sebebiyle iş akdinin işveren tarafından feshi olup, işçi bu durumda kıdem tazminatına hak kazanabilecektir. İşçi bu halde ihbar tazminatına hak kazanamaz. 

Zorlayıcı Sebeple İş Akdinin Haklı Feshi 

İş Kanunu’nun 25/3. Maddesindeki ifadesiyle, ‘’ İşçiyi, işyerinde bir haftadan fazla süre ile çalışmaktan alıkoyan zorlayıcı bir sebebin ortaya çıkması.’’ Halinde işveren, yine iş akdini derhal feshedebilecektir. 

Ancak işverenin, işçiden kaynaklanan zorlayıcı nedenlerle iş akdini haklı sebeple feshedebilmesi için, şu şartlar birlikte mevcut olmalıdır: 

İşçiyi, çalışmaktan alıkoyan zorlayıcı bir neden bulunmalıdır.

Tüm dünyayı etkisi altına alan Korona virüs nedeniyle, idari makamların alabileceği sokağa çıkma yasağı kararları, karantina uygulanması gibi nedenler, işçinin, bulunduğu bölgenin dışına çıkamamasına yol açan zorlayıcı bir nedendir. 

İşçiyi çalışmaktan alıkoyan neden, ‘’işçiyle ilgili’’ olarak oluşmalıdır.

İşyerinden veya işin niteliğinden kaynaklanan nedenlerle, işveren, iş akdini feshedemez. İşyeri hakkında idari makamların aldığı geçici kapatma kararları, işçiden kaynaklanan bir zorlayıcı neden değildir. Bu durumda zorlayıcı nedenle iş akdini feshetme hakkı işçiye ait olup, bu hak İş Kanunu’nun 24/3. Maddesinde düzenlenmiştir. 

İşçinin çalışamama durumu, bir haftadan fazla sürmelidir.

İşçinin, zorlayıcı nedenlerden kaynaklanan çalışamama durumu, en az bir hafta sürmelidir. İşveren, zorlayıcı sebeplerden ötürü çalışamayan veya çalıştırılmayan işçiye, bu bekleme süresi içinde bir haftaya kadar her gün için yarım ücret ödemekle yükümlüdür. 1 haftalık süreçten sonra işverenin böyle bir ücret ödeme zorunluluğu da kalmaz. Bir haftalık süreçten sonra iş sözleşmesi askıda kalmaya devam eder. Zorlayıcı sebep varlığını korudukça, işveren iş akdini haklı sebeple feshedebilir. Şayet işveren bu fesih hakkını kullanmazsa, iş sözleşmesi de askıda kalmaya devam edecektir. 

Zorlayıcı sebeple iş akdinin işveren tarafından feshedilmesi üzerine, işçi yine kıdem tazminatına hak kazanacaktır, ihbar tazminatı alacağı ise doğmayacaktır. 

Özellikle belirtmek isteriz ki, bu makaledeki bilgiler, kişisel hukuki yorum ve bilgilendirme niteliğindedir.

28 Eylül 2020 Pazartesi

Hükmün Açıklanmasının Geri Bırakılması Kararları Memuriyete Engel Midir?

Hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararları mahkumiyet olarak değerlendirilemeyeceği ve gerekli denetim süresi içerisinde şartlar sağlandığında hiç suç işlenmemişçesine etki doğuracağından, memuriyete engel teşkil etmeyeceklerdir.

    Hakkında bir ceza davası açılan ve hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararı verilen kişi memur ise memurluğa devam edebilir mi? veya hakkında verilen bu karar memur olmaya engel midir? şeklindeki sorular ülkemizde birçok insanı yakından ilgilendirmektedir. Bu soruya cevap verebilmek adına öncelikle 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun ilgili hükümleri incelenmeli ve daha sonrasında ise Hükmün Açıklanmasının Geri Bırakılması Kararı’nın niteliği açıklanmalıdır.

Devlet Memurları Kanunu’nun 48. Maddesinde memur olmak için gerekli şartlar ayrıntılı şekilde açıklanmıştır. 98. Maddede ise bu şartlardan herhangi birinin taşınmadığının sonradan anlaşılması veya memurlukları sırasında bu şartlardan birinin kaybedilmesi halinde, memuriyete son verileceği belirtilmiştir. Buna göre 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun, ceza hukukuyla yakından bağlantılı 48. Maddesinin Genel Şartlar başlıklı 5. fıkrası aşağıdaki gibidir:

“Türk Ceza Kanununun 53 üncü maddesinde belirtilen süreler geçmiş olsa bile; kasten işlenen bir suçtan dolayı bir yıl veya daha fazla süreyle hapis cezasına ya da affa uğramış olsa bile devletin güvenliğine karşı suçlar, Anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlar, zimmet, irtikâp, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, güveni kötüye kullanma, hileli iflas, ihaleye fesat karıştırma, edimin ifasına fesat karıştırma, suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama veya kaçakçılık suçlarından mahkûm olmamak”

Görüldüğü üzere kanun belli suçlarda (yüz kızartıcı suçlar olarak da adlandırılmaktadırlar) mahkum olunan ceza ne olursa olsun memuriyete son verileceği açıkça belirtilmektedir. Katalog suçlar dışında ise, kasten işlenen bir suçtan dolayı bir yıl veya daha fazla hapis cezasına hükmedilmesi halinde, memur olma şartlarının ortadan kalkacağını belirtmiştir.

Ceza hukukumuzda ise, sanık için iki yıl veya daha az süreli hapis cezası veya adli para cezası verilmesi halinde, mahkemece hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilebileceği belirtilmiştir. Bu noktada hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına ilişkin kararın bir mahkumiyet kararı olmadığını, özellikle belirtmek gerekmektedir. Kanun ise memuriyete engel olarak bir yıl veya daha fazla hapis cezasına mahkum olunmayı şart koşmuştur. Bu sebeple tek tek sayılan katalog suçlardan olsa dahi tek başına hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararı memuriyete engel değildir. 

Konuya ilişkin olarak bir kısım Yüksek Mahkeme Kararları ve Devlet Personel Başkanlığı’nın da görüşü bulunmakta olup kısaca değinmek gerekirse:

  • Devlet Personel Başkanlığı’nın 08.07.2013 tarihli 9571 sayılı görüşünde “adı geçenin işlemiş olduğu suçların 657 Sayılı Kanun’un 48/A – 5 kapsamında memuriyete engel bir suç niteliğinde olduğu ancak 5271 sayılı Kanunun 231. Maddesi uyarınca hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verildiğinden bu durumun memuriyete engel teşkil etmediği, bu kapsamda ilgilinin memuriyet görevine son verilmesinin mümkün bulunmadığı değerlendirilmektedir.” şeklinde konu hakkında görüş belirtilmiştir.
  • Danıştay 12. Dairenin 09.07.2008 tarihli 2007/2534 E. 2008/ 4502 K. sayılı kararında ise:  Davacı hakkında mahkumiyet kararını veren Ağır Ceza Mahkemesi tarafından yapılan inceleme ve değerlendirmede; davacının durumunun Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 231. Maddesi kapsamında olduğu ve bu maddede aranılan koşulların gerçekleşmiş olduğu sonucuna ulaşılarak sanık hakkındaki hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına hükmedilmesi karşısında, hükmün sanık hakkında sonuç doğurmayacağının anılan maddede açıkça belirtilmiş olması nedeniyle davacının memuriyetine engel bir mahkumiyet hükmünün bulunduğundan söz etme olanağı kalmamıştır.” Denilmiştir. Bu karar 657 Sayılı kanunda belirtilen katolog suçlardan dolandırıcılık hakkında verilmesi bakımından ayrıca önem arz etmektedir.

    Görüleceği üzere hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararları mahkumiyet olarak değerlendirilemeyeceği ve gerekli denetim süresi içerisinde şartlar sağlandığında hiç suç işlenmemişçesine etki doğuracağından, memuriyete engel teşkil etmeyeceklerdir. Yani hakkında hükmün açıklanmasının ertelenmesi kararı verilen bir kişi memurluk yapmaya devam edebilecek ve memur olma şartlarını kaybetmeyecektir. Ancak disiplin hukuku açısından, eylemin görevle ilişkili olması halinde, ayrıca disiplin soruşturması yapılacağını ve eylemle uyumlu olarak disiplin cezası verilebileceğini belirtmek gerekir.

Aynı işverene dava açan işçiler birbirlerine tanıklık yapamaz.

     Bir inşaat şirketinin yurt dışı projelerinde 22 sene boyunca çalışan kaynakçı, işten atıldı. İş Mahkemesinin yolunu tutan mağdur işçi, iş akdinin haksız feshedildiğini, en son aylık ücretinin 1800 dolar olduğunu, bunun dışında 35 dolar banka komisyonu, prim, her türlü masrafın (yemek, ısınma, temizlik) işverence karşılandığını dile getirdi.

İşçilik alacaklarının ödenmediğini ileri sürerek kıdem ve ihbar tazminatları ile ulusal bayram, genel tatil, hafta tatili ve fazla mesai alacaklarının davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etti.

Mahkemede savunma yapan işveren avukatı ise davacının taleplerinin zaman aşımına uğradığını, davacının proje bazlı olarak çalıştığını, sürekli ve kesintisiz değil, inşaat işlerinin yapısı gereği belirli dönemler halinde olduğunu, projenin bitmesi sebebi ile iş akdinin kendiliğinden sona erdiğini öne sürdü.

Mahkeme, davanın kabulü ile kıdem ve ihbar tazminatları ile ulusal bayram, genel tatil, hafta tatili ve fazla mesai alacaklarının davalıdan tahsiline hükmetti. Kararı davalı şirket avukatı temyiz etti.


    Dava dosyasını yeniden inceleyen Yargıtay 9. Hukuk Dairesi, emsal nitelikte bir karara imza attı. Davaya konu alacakların varlığının ispat yükünün davacı olduğuna dikkat çekilen Yargıtay kararında, davacının çalışma olgusu yönünden iş yeri kayıtlarına ve tanık beyanlarına dayandığı hatırlatıldı. Kararda şu ifadelere yer verildi:

   "Somut uyuşmazlıkta, işçinin çalışma olgusunun tespitinde iş yerinde veya komşu iş yerinde çalışanların tanıklığı önemli olduğu gibi tanık olarak dinlenecek kişinin tanıklığına güveni etkileyebilecek bir durumun olup olmadığı da araştırılmalıdır. Dairemizin istikrarlı uygulaması gereği, davalı aleyhine dava açanlar tanık olarak dinlenmiş ise bu işçilerin tanıklıklarına ihtiyatlı yaklaşılmalı ve salt bu tanıkların beyanı ile sonuca gidilmemelidir. İşveren ile husumet içinde olan tanıkların beyanları diğer yan delillerle birlikte değerlendirilmelidir. Mahkemece hükme esas alınan bilirkişi raporunda, davacı tanık beyanlarına göre davacının fazla çalışma yaptığı ve tatil günlerinde çalıştığı kabul edilip alacak hesaplanmıştır. Oysa davacı tanığı olarak dinlenen işçiler aynı şekilde davalı aleyhine dava açan kişilerdir. Tanıkların konumu, tanıklıklarına duyulacak güveni etkileyecek durumdadır. Bu nedenle tanıklıklarına itibar edilemez. Bordrolarda yer alan toplam ödeme tutarları sadece temel ücreti ilgilendirdiğinden işverenin kayıtlarında (bordro ve bordrolara uygun olarak tanzim edilen mesai şeritleri) yer alan fazla mesai ve tatil çalışma süreleri de davacı işçinin fazla mesai yaptığını ve tatil günlerinde çalıştığını göstermez. Davacı fazla çalışma yaptığını ve tatil günlerinde çalıştığını somut delillerle kanıtlayamadığından bu taleplerin reddi gerekirken kabulü hatalıdır. Mahkeme hükmünün bozulmasına oy birliği ile karar verilmiştir."

25 Eylül 2020 Cuma

SAĞLIK HUKUKU - Hasta Hakları

 
Ülkemizde Hasta Hakları Yönetmeliği 1998 yılında yürürlüğe girmiştir. Bu yönetmelik ile hasta hakları tek bir yönetmelikte toplanmış oldu. Bu yönetmelikte yapılan değişikliklerle, hastanın bilgilendirilmesi, hastanın tıbbi muayeneye göstereceği rıza, hastanın uyması gereken kurallar düzenlenmiş ve hasta hakları hususunda hastanelerde görev yapmak üzere hasta hakları kurullarının ve hasta iletişim birimlerinin kurulacağı ifade edilmiştir.Ülkemizde Hasta Hakları Yönetmeliği 1998 yılında yürürlüğe girmiştir. Bu yönetmelik ile hasta hakları tek bir yönetmelikte toplanmış oldu. 

Hasta Hakları Nedir ?
1998 Tarihli Hasta Hakları Yönetmeliği’ne göre hasta hakları; “Sağlık hizmetlerinden faydalanma ihtiyacı bulunan fertlerin, sırf insan olmaları sebebiyle sahip bulundukları ve T.C. Anayasası, Milletlerarası Anlaşmalar, Kanunlar ve diğer mevzuat ile teminat altına alınmış bulunan haklarını” ifade eder. 

Yönetmelikte Sayılan Hasta Hakları Nelerdir?

Sağlık Hizmetlerinden Faydalanma Hakkı,
Bu hakkın altında;

  • Sağlık Hizmetlerinden Adalet ve Hakkaniyete Uygun Olarak Faydalanma,
  • Alınacak Sağlık Hizmeti Hususunda Bilgi İsteme Hakkı,
  • Sağlık Kuruluşunu Seçme ve Değiştirme Hakkı,
  • Sağlık Personelini Tanıma, Seçme ve Değiştirme Hakkı,
  • Öncelik Sırasının Belirlenmesini İsteme Hakkı,
  •  Tıbbi Gereklere Uygun Teşhis, Tedavi ve Bakım Hakkı,
  • Tıbbi Özen Gösterilmesini İsteme Hakkı,

Sağlık Durumu İle İlgili Bilgi Alma Hakkı,

Hastanın Mahremiyetine Saygı Gösterilmesi Hakkı,

Rıza Olmaksızın Tıbbi Muayeneye Tabi Tutulmama Hakkı,

Bilgilerin Gizli Tutulmasını İsteme Hakkı,

Güvenliğin Sağlanmasını İsteme Hakkı,

Dini Vecibeleri Yerine Getirebilme ve Dini Hizmetlerden Faydalanma Hakkı,

İnsani Değerlere Saygı Gösterilmesini İsteme Hakkı,

Müracaat, Şikayet ve Dava Hakkı,

Sağlık Kuruluşu veya Sağlık Personellerince Hasta Haklarına Uyulmaması Halinde 
Yönetmelik gereği; ilgili sağlık kuruluşunca yukarıda saydığımız hasta haklarının uygulanmaması ya da eksik veya yanlış uygulanması halinde;
Öncelikle Hastanedeki Hasta İletişim Birimine Başvuru Gerekmektedir!

Hasta Hakları Yönetmeliği madde 42 gereği,hasta haklarının uygulanması amacıyla sağlık kurum ve kuruluşları bünyesinde Hasta İletişim Birimleri oluşturulmuştur.

Hasta ya da hasta yakını olarak,

  • Öncelikle, tıbbi muayeneyi gerçekleştiren ilgili sağlık personeline söz konusu hasta hakkını yönetmelikte yer alan şekliyle uygulaması noktasında talep iletilmeli,
  • Sağlık personeli tarafından bu kapsamda bir uygulama gerçekleşmemesi halinde; bir dilekçe vasıtası veya elektronik olarak bu talep muayene olduğunuz Sağlık Kurumunun Hasta İletişim Birimi’ne iletilmeli,
  • Hasta İletişim Birimi, başvurunuz üzerine;
  • Hasta hakları ihlaline sebep olabilecek uygulamaları inceler, 
  • Akabinde öneri ve düzeltici işlem belirlenmesine karar verir.
  • Bunun üzerine ilgili Sağlık kurum ve kuruluşu belirlenen süre içinde gerekli önlemleri alır
  • Ardından yapılan işlem hakkında İl Sağlık Müdürlüğü nezdindeki Hasta Hakları Kurulu’nu bilgilendirir.
  • Hasta İletişim Birimi, başvurunuzun birime ulaştığı tarihten itibaren otuz gün içerisinde başvurunuz hakkında bir karar verir.
  • Hasta İletişim Birimi, vermiş olduğu kararı başvuran olarak size ve ilgili sağlık personeline bildirir.

Hastanedeki Hasta İletişim Birimi Başvurunuzu, İl Sağlık Müdürlüğündeki Hasta Hakları Kuruluna İletmelidir!

Hasta Hakları Yönetmeliği madde 42 gereği; İl sağlık müdürlüğü; üniversite hastaneleri, askeri hastaneler ve özel sağlık kurum ve kuruluşları, kamu hastaneleri, ağız diş sağlığı merkezleri, aile sağlığı merkezleri ve toplum sağlığı merkezlerinden gelen başvuruları değerlendirmek, karara bağlamak, öneri sunmak ve düzeltici işlemleri belirlemek üzere bünyesinde Hasta Hakları Kurulu oluşturur.

  • Hasta iletişim birimi başvuru dosyanızı İl Sağlık Müdürlüğü nezdindeki Hasta Hakları Kurulu’na iletir. İletmemesi halinde başvuran olarak bunu Hasta iletişim biriminden talep etmelisiniz.
  • Hasta Hakları Kurulu da başvurunun kendisine gönderildiği tarihten itibaren 30 gün içinde karar vererek; vermiş olduğu kararı başvuran olarak size ve ilgili sağlık kurumuna bildirir.
  • Ayrıca Hasta hakları kurulu verdiği kararın özetini; isimlere yer vermeksizin il sağlık müdürlüğünün internet sayfasında duyurur.
  • Hasta haklarına veya etik ilkelere aykırı davranış sebebiyle Hasta Hakları Kurulu tarafından verilen ihlal kararları, ilgili sağlık kurum ve kuruluşuna ve ilgili personele yazılı olarak tebliğ edilir.
  •  Son altı ay içerisinde ikiden fazla hasta hakları ihlali kararı verilen sağlık meslek mensubu hakkındaki dosya Sağlık Meslekleri Kuruluna gönderilir.

Önemle belirtmek isteriz ki;

  • Hasta İletişim Biriminde ve Hasta Hakları Kurulunda görüşülen dosyalar gizlidir, hiçbir şekilde üçüncü kişilere bilgi verilemez. 
  • Tıbbi hata iddialarına ilişkin başvurular Hasta İletişim Birimi ya da Hasta Hakları Kurulu tarafından değerlendirilmez. 
  • Hatalı bir tıbbi muayeneye maruz kaldığınız iddianızı Mahkemeler nezdinde dava açarak ileri sürmeniz gerekmektedir.

Yabancı Eş ile Yapılan Evliliklerde Boşanma


 Günümüzde, özellikle ulaşım ve iletişimin gelişmesi ile birlikte yabancı uyruklu eş ile yapılan evliliklerin sayısı gün be gün artış göstermektedir. Evlilik sayılarındaki artış, doğal olarak boşanma sayılarında da artış oluşturmakta ve böyle bir durumda da davanın nerede açılacağı ve hangi hukukun uygulanacağı konularında akıllarda soru işaretleri oluşmaktadır. 

Türkiye’ de Açılan Boşanma Davasında Yetkili Mahkeme Neresidir?

Yabancı uyruklu bir eşle olan evliliği sona erdirmek için açacağımız davada Türk mahkemelerinin milletlerarası yetkisi ve açılan bu davada Türk mahkemelerinin hangi hukuku uygulaması gerektiği Milletlerarası Özel ve Usul Hukuku Kanunu’nda düzenlenmiştir. Konunun düzenlendiği Milletlerarası Özel ve Usul Hukuku Kanunu’nun 40. maddesi şu şekildedir:

“Türk mahkemelerinin milletlerarası yetkisini, iç hukukun yer itibariyle yetki kuralları tayin eder.”

Maddede atıf yapıldığı üzere iç hukukumuzda boşanma davasındaki yetkili mahkeme ise, Türk Medeni Kanunu’nun 168. maddesinde düzenlenmiş olup, eşlerden birinin yerleşim yeri veya davadan önce son defa altı aydan beri birlikte oturdukları yer mahkemesisi yetkilidir. 

Ancak yabancı uyruklu eşle evlenmelerde sık sık karşılaşıldığı üzere, eşler çoğunlukla yurt dışında yaşamaktadırlar. Böyle bir durumda TMK madde 168’e bakılarak yetkili mahkeme belirlenememektedir. Konuya ilişkin, Milletlerarası Özel ve Usul Hukuku Kanunu’nun 41. maddesindeki düzenlemeye göre, Türk vatandaşlarının kişi hâllerine ilişkin davalar, yabancı ülke mahkemelerinde açılmaz veya açılamaz ise,

  • Türkiye’de yer itibariyle yetkili mahkemede,
  • Bulunmaması durumunda, ilgilinin sâkin olduğu yer,
  • Türkiye’de sâkin değilse, Türkiye’deki son yerleşim yeri mahkemesi,
  • O da mevcut değilse Ankara, İstanbul veya İzmir mahkemelerinde 
    açılır.

Görüldüğü üzere Türkiye’de yetkili bir mahkeme bulunmadığı ve yabancı ülkede dava açılmadığı takdirde Ankara, İstanbul veya İzmir mahkemelerinden birinde dava açılabilir. Zira çoğu zaman yabancı eşle evliliklerde yurtdışında yaşandığından, eşlerden birinin Türkiye’de sakin olduğu yer veya son yerleşim yeri mahkemesi bulunmamaktadır.

Türkiye’ de Açılan Davada Hangi Ülke Hukuku Uygulanacaktır?

Türkiye’de açılacak bir davada yetkili mahkeme Ankara, İstanbul, İzmir mahkemeleri olmakla birlikte söz konusu boşanmaya uygulanacak hukuk farklılık arz edecektir. Hakim dosyadan yabancı unsuru gördüğünde, re’sen Milletlerarası Özel ve Usul Hukuku Kanunu’na gidecek ve uygulanacak hukuku belirleyecektir. 

Uygulanacak hukuk kapsamında karşımıza Milletlerarası Özel ve Usul Hukuku Kanunu’nun 14. maddesi çıkmakta olup, burada kademeli bir sistem öngörülmüştür. Buna göre, boşanma ve ayrılık sebepleri ve hükümleri konusunda:

  • Öncelikle eşlerin müşterek millî hukuku uygulanır.
  • Taraflar ayrı vatandaşlıkta ise, müşterek mutad mesken hukuku uygulanacaktır.
  • Müşterek mutad mesken hukuku da bulunmuyorsa, Türk hukuku uygulanacaktır. 

Burada belirttiğimiz kademeli uygulama kuralları boşanma ve ayrılık sebepleri ve hükümlerine uygulanmasının yanı sıra, boşanmış eşler arasındaki nafaka talepleri ve ayrılık ile evlenmenin butlanına da uygulanacaktır.

Aynı zamanda, boşanmada velâyet ve velâyete ilişkin sorunlar da, bu kurallara göre çözümlenir. 

Boşanmada ileri sürülen ve talep edilen geçici tedbir taleplerinde ise, Türk hukuku uygulanacaktır. 

Sonuç olarak;
Görüldüğü üzere, yabancılık unsuru içeren boşanmalarda uygulanacak hukuk öncelikle eşlerin müşterek milli hukukunatabidir. Yabancı uyruklu eşle evlenen Türk vatandaşlarında, çoğunlukla müşterek milli hukuk bulunmamaktadır. Milletlerarası Özel ve Usul Hukuku Kanunu’ndaki düzenlemeden anlaşıldığı üzere, eşlerin müşterek milli hukuku yok ise, müşterek mutad mesken hukuku, bu da yok ise son olarak Türk hukuku uygulanacaktır. 

Hukukumuzdaki düzenlemeler gereği hakim, yabancılık unsuru içeren bir uyuşmazlıkla karşılaştığında, uygulanacak hukuku resen belirleyecektir. Bununla birlikte, gerek dava dilekçesinde gerek sonraki aşamalarda tarafların ve taraf avukatlarının yol gösterici olması, davanın daha kısa sürede sonuçlanmasını sağlayacaktır. 

İSTİNAFA KANUN YOLUNA BAŞVURU HAKKINDAN FERAGAT


 İSTİNAFA KANUN YOLUNA BAŞVURU HAKKINDAN FERAGAT

İstinaf Kanun Yolu Nedir?
Türk Hukuk sitemine ait yargılama aşamaları aşağıdaki tablolar ile özetlenmiş olup, iki dereceli kanun yoİlu sistematiğinde, ilk derece mahkemeleri tarafından verilen kararlar, bir üst mercii olan İstinaf Mahkemeleri tarafından denetlenir. İstinaf Mahkemelerinin kararlarının hukuka uygunluk incelemesi ise, temyiz kanun yolu mercii olan Yargıtay tarafından yapılır.

Kişilerin, haklarında verilen mahkeme kararlarını, bir üst mahkeme olan İstinaf Mahkemesi’ ne taşımaları, bir haktır. Bu haktan yararlanmak isteyen kişiler, kanunda belirtilen sürelere de dikkat ederek, istinaf başvurusunda bulunabilir. Ancak istinafa başvuru bir hak olduğu için, bu hakkı kullanmayı tercih etmeyenler de olacaktır. Bunun için hakkında karar verilen kişi, istinafa başvurma hakkından feragat ettiğini, Mahkemeye yapacağı bir beyanla bildirmelidir. Bu makalemiz, Adli Yargı Hukuk Mahkemelerinde istinaftan feragatin koşullarını ve sonuçlarını içermektedir.

Feragat Nedir?
Feragat, kelime anlamı itibariyle ‘’vazgeçme’’ olup, İstinaftan feragat ise, yukarıda detaylıca şemalandırdığımız, İstinaf Kanun yoluna başvurma hakkından vazgeçme anlamına gelmektedir. Kişiler, haklarında verilen mahkeme kararlarını bir üst mahkeme olan istinaf Mahkemesi’ ne taşımak istemediklerinde, kararın bu haliyle kesinleşmesini istediklerinde, mahkemeye sunacakları bir ‘’feragat dilekçesi’’ ile bu işlemi yapabilirler. 

İstinaftan Ne Zaman Feragat Edilebilir?

  • Ön Şart: İlamın Tebliği Zorunluluğu!

İlk derece mahkemesince verilen karar hakkında istinaftan feragat edilebilmesi için, öncelikle ilamın taraflara tebliğ edilmesi gerekmektedir. Gerekçeli karar taraflara tebliğ edilmeden istinafa başvurma hakkından feragat edilemez. Zira,  istinafa başvurma hakkı, kararın tebliği ile doğan bir haktır. Bir kimsenin, henüz doğmamış hakkından feragat edemeyeceği gözetildiğinde, istinaftan başvurma hakkından feragat dilekçesinin verilme süresinin en erken kararın tebliğ edildiği tarih olduğunu ifade edebiliriz. Bu tebligat, kanundaki usullere uyularak yapılan tebligat olabileceği gibi, kişinin, hakkında karar veren mahkemenin kalemine giderek kararı elden tebliğ alması da mümkündür. 

  • İstinaf Başvurusu Yapıldıktan Ancak Dosya Henüz Bölge Adliye Mahkemesi’ ne Gönderilmeden Önce İstinaftan Feragat

Bir kişi, hakkında verilen mahkeme kararına karşı tebliğden itibaren yasal sürelere uyarak istinaf kanun yoluna başvurmuş olabilir. Ancak bu halde de, istinaftan feragat edilebilir. Kişi istinaf başvurusu yapmış ancak İlk Derece mahkemesince dosya henüz istinaf mahkemesine gönderilmemişse, dosya, İstinaf Mahkemesi’ ne gönderilmez ve kararı veren ilk derece mahkemesi, başvurunun reddine karar verir. 

  • Dosya Bölge Adliye Mahkemesi’ ne gönderilmiş ancak henüz istinaf başvurusu Hakkında karar verilmemişse

İstinaf başvurusu yapılmış olmasına rağmen henüz başvuru hakkında bir karar verilmemişse, İstinaf Mahkemesi, istinaf başvurusunun, feragat nedeniyle reddine karar verir. 

İstinaf Mahkemesince karar verildikten sonra istinaf başvurusundan feragat etmek mümkün değildir. 
İstinaf Mahkemesi’nce dosya incelenip, istinaf başvurusu hakkında bir karar verildikten sonra artık, istinaf kanun yoluna başvurma hakkından feragat edilemez. 

Yargıtay 5.Hukuk Dairesi’nin, 02.05.2019 tarih ve 2017/ 27972 E., 2019 / 8391 K. sayılı ilamına göre:

‘’ … davalı idare tarafından verilen 27.02.2017 tarihli istinaf isteminden vazgeçildiğine ilişkin dilekçenin, Bölge Adliye Mahkemesinin karar tarihinden sonra sunulduğu anlaşıldığından, … Bölge Adliye Mahkemesi’nin ek kararı ile karar tarihinden sonra istinaf başvurusundan feragat mümkün olmadığından bahisle HMK’nun 349/2-son maddesi gereğince davalı idare vekilinin talebinin reddine karar verilmesinde bir isabetsizlik görülmemiştir.’’

İstinaftan feragat beyanı, kayıtsız ve şartsız olmalıdır. 
İstinaf kanun yoluna başvurma hakkından feragat, herhangi bir kayıt ve şart ile ileri sürülemez. Başvurma hakkından feragatin, kayıtsız ve şartsız olması mecburidir. Zira, ilk derece mahkemesi kararı, hakkında karar verilen kişi bakımından, tüm sonuçlarıyla kabul edilmektedir. 

Feragat, davanın karşı tarafının izin veya onayına tabi değildir.
İstinaftan başvurma hakkından feragat, feragat eden bakımından etki ve sonuçlarını doğuracağı için, bu haktan feragat edilmesi için, davanın karşı tarafının veya mahkemenin herhangi bir rızası veya onayı gerekmemektedir. 

İstinaftan feragat dilekçesi, vazgeçme iradesi konusunda açık olmalıdır. 
İstinaf kanun yoluna başvurma hakkından feragat dilekçesi, başvuru hakkından vazgeçildiğini açık bir şekilde ortaya koymalıdır. Tarafların, ilk derece mahkemesi kararlarının ‘’onanmasını’’ talep etmesi de feragat niteliğinde bir beyan olacaktır. 

Feragat Konusunda İrade Sakatlıkları
Feragat bir taraf beyanı olduğu için kişi, feragat beyanının, hata-hile-korkutma durumları nedeniyle geçersizliği ileri sürülebilecektir. 

24 Eylül 2020 Perşembe

Boşanmada Ortak Velayet Kararı Verilebilir Mi?

 ORTAK VELAYET

Genel Olarak Velayet Hakkı;

Velayet hakkı anne ve babanın çocuğu üzerinde sahip olduğu, ebeveynlerin şahsına sıkı surette bağlı mutlak bir haktır, bu hak kamu düzenine ilişkin olup ana ve babanın da kişilik hakkı kapsamındadır. Velayet yalnızca bir hak değildir, içerisinde pek çok yetki ve yükümlülük de barındırır. Velayet hakkı sahibi anne ve baba hem çocuğa ilişkin kararlar alma sürecinde bu haktan yararlanır, hem de bu hakkı kötüye kullanmama yükümlülükleri vardır.

Velayet Hakkının Kapsamı Nedir?

Velayet hakkı  iki boyutludur:

Hak Boyutu: Ebeveynler, velayet hakkının gereği olarak:

  • Çocuğun bakımı
  • Genel ve mesleki eğitimi
  • Dini eğitimi (Din seçimi ve seçilen dine uygun eğitim olmak üzere iki yönlüdür.)
  • Bedensel-ahlaki-zihinsel-ruhsal gelişimi

konularında çocukla ilgili alınacak kararlarda söz sahibi olur; aynı zamanda çocuğun yasal temsilcisi olup hukuki işlemlerinde çocuğu temsil eder. Örneğin çocuk kendini borç altına sokan bir işlem yaptığında, bu işleme velayet hakkı sahibi ana ve baba önceden izin veya sonradan icazet vermelidir.

  

  • Yükümlülük Boyutu: Ebeveynler, velayet hakkının kendilerine sağladığı yetkileri çocuğun ruhsal, fiziksel, zihinsel gelişimine uygun kullanmalıdır; yetkilerini kötüye kullanmamalıdır.

Medeni Kanunumuzda erginlik, 18 yaşın tamamlanması olup, çocuk ergin oluncaya kadar kural olarak ana ve babanın velayeti altındadır. Ergin olup kısıtlanmış kişiler de kural olarak ana ve babanın velayeti altındadır. Ancak istisnaen hakim, kısıtlanan ergine vasi atanmasına karar verebilir.

Ortak Velayet nedir?

Çocuğun ana ve babasının, velayet hakkının kapsamına giren hak, yetki ve yükümlülüklerde ‘’müşterek’’ karar alması ve sorumluluğu da ortak paylaşmalarıdır.

Uluslararası Metinleri İncelediğimizde;

BM Çocuk Hakları Sözleşmesi, ‘’çocuğun yüksek menfaati’’ kriterini koymuştur. Sözleşmenin 3. maddesine göre ‘’Kamusal ya da özel sosyal yardım kuruluşları, mahkemeler, idari makamlar veya yasama organları tarafından yapılan ve çocukları ilgilendiren bütün faaliyetlerde, çocuğun yararı temel düşüncedir.’’  Türkiye bu sözleşmeye taraftır.

Bir diğer çok taraflı uluslararası sözleşme, İnsan Hakları ve Ana Hürriyetlerin Korunmasına Dair Sözleşme ( Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi)’ dir. Bu sözleşme, değişik zamanlarda çıkan protokollerle kendini sürekli yenilemektedir.

Türk Medeni Kanunu’nun Mevcut Velayet Düzenlemesi , Velayetin eşlerden yalnızca birine verilmesi üzerine kuruludur;

Ana ve baba, evlilikleri devam ettiği sürece velayeti birlikte kullanır. Velâyet, ana ve babadan birinin ölümü hâlinde sağ kalana, boşanmada ise çocuk kendisine bırakılan tarafa aittir. Medeni Kanunumuzdaki mevcut velayet düzenlemesi velayetin ana veya babadan yalnızca birine verilmesi üzerine kuruludur.  Velayetin kullanılması kendisine verilmeyen taraf da, çocukla, hakimin belirlediği günlerde uygun kişisel ilişki kurar.

Velayet hakkının eşlerden hangisine verileceğini hakim belirler. Bu noktada çeşitli kıstaslar kabul edilmiş olup, her bir somut olayda hakim bu kıstaslara göre velayetin eşlerden hangisine verileceğini belirler. (Bu konu hakkında bakınız: ‘’Boşanmada Çocuğun Velayeti Kime Verilir?’’ başlıklı blog yazımız.)

ANCAK ; Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Ek 7 Numaralı Protokolün onaylanmasıyla Türkiye’ de de ORTAK VELAYET  yolu açılmıştır!

Ek 7 Numaralı Protokol madde 5 ‘’eşler arasında eşitlik’’ ilkesini öngörmesiyle, konu açısından hayati önemi haizdir. Türkiye, bu protokolü onaylamıştır ve protokol, 24.03.2016 tarihinden itibaren yürürlüktedir.

Protokolün 5. Maddesine göre:

‘’ Eşler evlilik bakımından, evlilik süresince ve evliliğin bitmesi halinde, kendi aralarında ve çocuklarıyla olan ilişkilerinde, özel hukuk niteliği taşıyan hak ve sorumluluklar açısından eşittir. Bu madde, devletlerin çocuklar yararına gereken tedbirleri almalarına engel değildir.

Bu protokol, onaylanmış ve artık yürürlükte olup iç hukukumuz halini almıştır. 

Protokolün ilgili maddesine göre evlilik boşanmayla sona erse dahi, eşler çocuklarıyla ilişkilerinde haklar ve sorumluluklar açısından eşittir.

Anayasa madde 90/son, Protokol hükümlerinin uygulanmasını öngörür:

‘’Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası anlaşmalar kanun hükmündedir. Temel hak ve özgürlüklere ilişkin konularda anlaşma hükümleriyle kanun maddelerinin farklı hükümler içermesi halinde milletlerarası anlaşma hükümleri esas alınır.’’

Protokol 7 madde 5 ‘’eşler arasında eşitlik hakkı’’ nı öngörür. Dolayısıyla, her ne kadar yasa hükümlerimiz, velayetin tek tarafa verilmesi üzerine kuruluysa da, bu protokol hükümleri esas alınacak ve şartları mevcutsa ‘’ortak velayet’’ kararı verilebilecektir.

Aile Mahkemelerinin, yakın zamanda boşanmada ‘’ortak velayet’’ kararı verdiği boşanma davaları da mevcuttur.

Ortak Velayet Konusu, uluslararası nitelikteki davalarda da gündeme gelmiştir;

Türkiye’ de yaşayan ancak Türk vatandaşı olmayan yabancılar, yurtdışında boşandıklarında boşanma kararını veren yabancı mahkeme, ülke kanunları buna müsaade ediyorsa ‘’ortak velayet’’ kararı vermektedir. Bu kararın Türkiye’de de hüküm ifade etmesi, geçerlilik kazanması için tenfiz davası açılmalıdır.

Yargıtay, yabancı mahkeme kararlarının tenfizi davalarında uzun yıllar ‘’Ortak Velayet Türk Kamu Düzenine Aykırıdır’’ Dedi;

Yargıtay 2.Hukuk Dairesinin 27.12.2004 tarih ve E. 2004/ 13947, K. 2004/ 5854 sayılı ilamı:   

  • TENFİZ TALEBİ ( Yabancı Mahkemenin Müşterek Çocukların Velayetini Anne Ve Babaya Bırakması Türk Medeni Kanununa Aykırı Olduğu – İlamın Velayete Ait Kısmı Hakkındaki İsteğin Reddi Gereği )
  • VELAYETİN BİRLİKTE KULLANILMASI ( Yabancı Mahkemenin Bu Kararının Türk Medeni Kanununa Aykırı Olduğu – İlamın Velayete Ait Kısmı Hakkındaki Tenfiz İsteğinin Reddi Gereği )
  • KISMİ TENFİZ ( Yabancı Mahkemenin Müşterek Çocukların Velayetini Anne Ve Babaya Bırakması Türk Medeni Kanununa Aykırı Olduğu – İlamın Velayete Ait Kısmı Hakkındaki İsteğin Reddi Gereği )

‘’…Boşanma veya ayrılığa karar verilmesi halinde hakim velayeti eşlerden birine vermesi gerekmektedir. ( MK. md. 336 ) Velayet düzenlemesi kamu düzeni ile ilgilidir. Yabancı mahkemenin müşterek çocukların velayetini anne ve babaya bırakması Türk Medeni Kanununa aykırıdır. ( MÖHUK. md. 38/c )

Gerçekleşen bu durum karşısında ilamın velayete ait kısmı hakkındaki tenfiz isteğinin reddi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırıdır…’’

Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin 22.11.2004 tarih ve 2004/ 12285 E., 2004/ 13680 K. sayılı ilamına da aynı yönde olup, kararın ilgili kısmı şu şekildedir:

‘’…Evlilik devam ettiği sürece ana-baba velayeti birlikte kullanırlar. Boşanma ve ayrılığa karar verilmesi halinde hakim velayeti eşlerden birine vermek zorundadır. ( TMK. md.336 ) Velayetin düzenlenmesi kamu düzeni ile ilgilidir. Yabancı mahkemenin çocukların velayetini yazılı şekilde düzenlemesi Türk Medeni Kanununa aykırıdır. ( MÖHUK. mad. 38/c )…’’

Yargıtay Son Kararında Bu Köklü İçtihattan Döndü ve ‘’Ortak Velayetin Tük Kamu Düzenine Aykırı Olmadığına’’ Hükmetti;

Yargıtay son kararında köklü içtihadından dönmüş ve ‘’ ortak velayetin Türk kamu düzenine açıkça aykırı olmadığına‘’ karar vermiştir. Bu davada; önce, ilk derece mahkemesi Yargıtay’ın önceki yerleşik içtihatlarında olduğu gibi ‘’ ortak velayetin Türk kamu düzenine aykırı olduğu’’na karar vermiş ve yabancı ilamın tenfizi talebini reddetmiştir. Yargıtay ise bu kararı oy birliğiyle bozmuş ve ‘’ortak velayet düzenlemesinin Türk kamu düzenine aykırı olmadığına’’ karar vermiştir. Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin 20.02.2017 tarih ve 2016/ 15771Esas 2017/1737 Karar sayılı ilamına göre:

YABANCILARIN VELAYET DÜZENLEMESİ TALEBİ ( Davacı Yabancı Baba Evlilik Dışı Ortak Çocuğunun Velayetinin Anne ve Babaya Verilmek Suretiyle Velayetin Ortak Düzenlenmesini İstediği – “Ortak Velayet” Düzenlenmesinin Türk Kamu Düzenine “Açıkça” Aykırı Olmadığı/İşin Esasına Girilerek Bir Karar Verilmesi Gerektiği

YABANCI BABANIN EVLİLİK DIŞI ORTAK ÇOCUĞUNUN VELAYETİN ORTAK DÜZENLENMESİNİ İSTEDİĞİ ( “Ortak Velayet” Düzenlenmesinin Türk Kamu Düzenine “Açıkça” Aykırı Olmadığı – İngiliz Vatandaşı Olan Tarafların Müşterek Milli Hukuklarındaki Velayete Dair Düzenlemeler Dikkate Alınarak İşin Esasına Girileceği )

KAMU DÜZENİNE AÇIKÇA AYKIRILIK KAVRAMI ( Esas Alınması Gereken Kıstas Yabancı İlamın Türk Hukukunun Temel Değerlerine Türk Genel Adap ve Ahlak Anlayışına Türk Kanunlarının Dayandığı Temel Adalet Anlayışına ve Hukuk Siyasetine Anayasa’da Yer Alan Temel Hak ve Özgürlüklere Milletlerarası Alanda Geçerli Ortak ve Kabul Görmüş Hukuk Prensiplerine İkili Anlaşmalara Gelişmiş Toplumların Ortak Benimsedikleri Ahlak ve Adalet Anlayışına Medeniyet Seviyesine Siyasi ve Ekonomik Rejimine Bakmak Olacağı )

‘’…ortak velayet düzenlenmesinin, Türk kamu düzenine “açıkça” aykırı olduğunu ya da Türk toplumunun temel yapısı ve temel çıkarlarını ihlal ettiğini söylemek mümkün değildir…’’

Bu karar her ne kadar, uluslararası karakterli bir dava olsa da Yargıtay’ ın ‘’ortak velayet’’ konusuna bakış açısının köklü değişimini yansıtması açısından önemli bir karardır. Zira, şimdiye kadarki içtihatlarda ortak velayet düzenlemesi kati surette reddedilirken, şimdilerde Türk hukukunda da ortak velayet kararlarının henüz sınırlı sayı olsa dahi Aile mahkemelerince verildiğini görmekteyiz.

Genel Olarak Ortak Velayetin Koşulları;

  • Çocuğun üstün yararı’’ kriteri dikkatle değerlendirilmelidir. Velayet kamu düzenine ilişkin olduğu için hâkim ‘’çocuğun yüksek menfaati, güvenliği ve üstün yararı’’ kriterini dikkatle değerlendirip, vicdani kanaatine göre karar verecektir.
  • Ortak velayette gönüllülük esastır, eşlerin bu konuda anlaşması da önem arz eder. Zira çekişmeli bir boşanmada ortak velayete dair karar, çekişmenin çocuk üzerinde de sürdürülmesine neden olacak ve velayet hakkının kullanımını riske sokarak hem boşanan taraflara hem çocuğa zarar verebilecektir.
  • Ortak velayete karar verilirken idrak çağındaki çocuğun görüşünün alınması ve gerekirse bir uzmana başvurulması da gerekir.

Sonuç Olarak;

Eşlerin, boşanma sonrasında da çocukların bakım, gözetimi konusunda eşit olduğuna ilişkin 7 No’ lu protokolün onaylanarak iç hukukumuzda yürürlüğe girmesi ve Yargıtay’ın ‘’ortak velayet düzenlemesi kamu düzenine aykırı değildir’’ şeklinde özetleyebileceğimiz kararı sonrasında artık boşanma davasında ‘’ ortak velayet kararı’’ gündeme gelebilecektir. Ancak elbette ki bu konu Türk Hukuku için çok güncel ve yenidir. Ortak velayetin koşullarının mevcut olup olmadığı mahkemece takdir edilecektir.

AYNI EYLEME İKİ AYRI CEZA VERİLEMEYECEĞİNDEN İŞÇİNİN İŞ AKDİNİN FESHİNİN HAKSIZ OLDUĞU

YARGITAY   9. HUKUK DAİRESİ Esas Numarası: 2016/12229 Karar Numarası: 2020/610 Karar Tarihi: 20.01.2020 KAVGA NEDENİYLE ÖNCE KINAMA CEZASI A...